23 Mayıs 2018 Çarşamba

Tatlı Para (2010)

Tatlı Para

     Tatlı Para ya da orijinal adıyla "Cash", başrollerinde "Yüzüklerin Efendisi"nden tandıığımız Sean Bean, Marvel'in "Thor" serisinden tanıdğımız Chris Hemsworth ve "Agent Carter"dan tanıdğımız Victoria Profeta'nın olduğu 2010 yapımı bir aksiyon filmi.
     Hikaye olarak farklı gelen ve kendini merakla izlettiren bu filmin konusu, birçok Amerikan tarzındaki gibi tesadüflere ve şanssızlıklara dayalı olayların yaşanması ve bu olayların da yine birbirinden komik, birbirinden aksiyonlu başka olaylara neden olması üzerine kurulu. Böyle olmasına böyle ancak "kendini izlettiriyor" dememin de bir sebebi var. Bu filmde diğer tesadüflere benzemeyen şey şu: Hikayesi ve kurgusu açısından diğer klasik suçlu filmlerine hiç benzemiyor.
     Filmin konusuna değinmek gerekirse, Sam ve Leslie, deyimi yerindeyse uçan kuşa borcu olan, bunları ödemekte güçlük çeken ancak birbirlerini çok seven bir çift. Bu çift bir gün yolda arabasıyla seyir halinde gidiyor. -Buraya kadar her şey normal- Sam ve Leslie bir anda banka soymuş bir çete ile polis kovalamacasının ortasında kalıyor. Bu hırsızlar, polise yakalanacaklarını anlayınca içi para dolu çantayı Sam ve Leslie'nin arabasına atıyor ve kayboluyorlar. Sam ve Leslie ise bu paranın ellerinde kaldığını düşünerek parayı harcamaya başlıyorlar: Borçlarını ödüyor, eve yeni eşyalar alıyor ve lüks mekanlarda yiyip içiyorlar. Ancak unuttukları bir şey var: Hırsızlar paranın peşine düşecekler... 
      Sam ve Leslie paraları harcarken hırsızlardan bir tanesi -ağabey/kardeşlerden bir tanesi- yakalanıyor ve hepse atılıyor. Kardeşi ise bankadan çaldıkları ancak birilerinin arabasının arkasına attıkları paranın peşine düşüyor. Tabii ki hırsız Pyke onları buluyor ve asıl aksiyon bundan sonra başlıyor... Sam ve Leslie, Pyke ile bir anlaşma yapıyor: Birlikte hırsızlık yapacaklar ve paranın harcadıkları kısmıyla birlikte parayı Pyke'e verecekler... Bu üçlü birlikte küçük dükkanlar soyuyorlar ve adları, fotoğrafları her yerde görülüyor... Soygunlar devam ettikçe olaylar da gelişiyor...
     Açıkçası ben bu filmi izlemeye başladığımda basit, sıradan bir Amerikan aksiyon-komedi filmi sanmıştım ancak film bittiğinde filmin alt metnini çözebildim: Bu film aslında sıradan komedi yapmıyor, insanın para hırsının ona ne yanlışlar yaptırabileceğini, gücü elde etmenin kişiyi nasıl ve ne kadar değiştirebileceğini gösteriyor.
     Her zaman olduğu gibi sonunu söylemeyeceğim ama sonunda sizi şaşırttığını hatta konuyu biraz da havada bıraktığını söyleyebilirim. Sanki Tatlı Para'nın ikinci filmini çekmek istercesine bir sonu vardı. Yani, öyle hissettiriyordu diyebilirim. Ancak şu da bir gerçek, sekiz yıl geçmiş ama çekmemişler.
     Bu kadroyla daha iyi bir iş çıkabilir miydi? Bence çıkardı...   Bazı mantık hatalarını ve konunun havada kalışını göze alır ve sinirlenmem derseniz, izlenebilecek keyifli bir film.
     Film dolu günler!

Duvara Karşı (2004)


Duvara karşı     

     Duvara Karşı ya da orijinal adıyla Gegen Die Wand, 2004 yapımı bir Fatih Akın filmi. Filmin başrollerinde Birol Ünel ve Sibel Kekilli var. Ayrıca, Meltem Cumbul ve Güven Kıraç gibi önemli isimler de kadroda.
Duvara Karşı, Fatih Akın’ın en iyi filmi desek yeridir. Film tam anlamıyla, Fatih Akın’ın tarzını belli ettiği ve bunu kanıtladığı film oldu. Aynı zamanda film,  Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülünü ve Avrupa Film Akademisi’nden de “En İyi Film” ödülünü aldı.
     Filmin konusuna değinecek olursam; film, Almanya’da yaşayan iki Türk gencin (Cahit ve Sibel) intihar etmeye çalışması ve Hastanede tanışmasıyla başlıyor. Sibel, Almanya’da bir Türk olarak yaşamanın zorluğunun yanında aile baskısı gören bekar bir kadın, Cahit ise sevdiği kadını kaybetmiş, varoluş sebebini düşünen alkolik bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Karakterlerimiz, hastanede tanıştıktan sonra, Sibel aile baskısından kurtulabilsin diye formalite bir evlilik gerçekleştiriyor. Bir gün barda otururken Niko’nun Cahit’e Sibel hakkında söylediklerine dayanamayan Cahit, Niko’yu öldürüyor. Sonrasında ise Cahit cezaevine, Sibel ise kuzeni Selma’nın yanına, İstanbul’a gidiyor. Sibel’in İstanbul hayatı da tıpkı Almanya’daki gibi zor oluyor: Alkol ve uyuşturucu kullanıyor. Aradan bir süre zaman geçtikten sonra Cahit, cezaevinden çıkıp Sibel’i bulmaya İstanbul’a geliyor. Önce Selma ile görüşüp Sibel ile ilgili bilgi almaya çalışıyor ve öğreniyor ki...
     Filmin konusuna dair yazımın devamını getirmiyorum ki merak edip izleyin diye. Size gerçekten bir şeyler katacağını düşündüğüm bu filmin incelemesine gelirsek; Film, tam anlamıyla “melez” bir film. İki dil, iki ülke, iki şehir ve iki insanın gözler önüne serildiği bu film, Fatih Akın’ın çoğu filminde yaptığı gibi “göçmenlik” olgusu üzerinde duruyor. Fatih Akın da zaten göçmen sinemasının son dönem temsilcileri arasındadır.
     Filmde hem Alman kültürüne hem de Türk kültürüne ait onlarca şey kullanılmış. Müzikler bile ona göre seçilmiş. Fatih Akın’ın her filmde müziğe önem verdiği aşikar. Bu filmde de öyle: Önemli yerlerde, kırılma noktalarında bir fasıl ekibi ve solist İstanbul boğazı eşliğinde fasıl icra ediyor. Bu fasıl seansları, 6 parçadan oluşuyor. Buna final de dahil.
     Akın’ın bu filmine dair tek eleştirim sahnelerin bir anda bıçak gibi kesiliyor oluşu. Ben olsam biraz daha uzatırdım galiba. Ancak, Fatih Akın’ın bunu bilerek yaptığını düşünüyorum. İnce mesajlarla durumu okuyucunun anlamasını istiyor gibi…
Göç etmenin, gurbette yaşamanın ve yabancılar arasında kalmanın derinlemesine işlendiği bu filmin size bir şey katacağını düşünüyorum. Beğendiğim bir film oldu. İzlemeniz dileğiyle…
Film dolu günler!  

20 Mayıs 2018 Pazar

Deadpool (2016)


Deadpool

Deadpool,  aslında Marvel evrenindeki yüzlerce karakterden biriydi, zaman zaman da filmlerin bazılarında kısa sahnelerle canlandırıldı ya da adı geçirildi.  Çizgi karakter olarak tasarlanmış olması dolayısıyla eski bir karakter olan Deadpool, 2016 yılında kendi sinema filminin de sahibi oldu. İşte, şimdi bahsedeceğimiz o Deadpool, bu Deadpool…
Deadpool, Ryan Reynolds’un canlandırdığı, Tim Miller’in çektiği bir akiyon/komedi filmi. Kadroda ayrıca, Morena Baccarin, Ed Skrein ve Gina Carano gibi isimler de var.
Aslında ben fantastik şeylerden de bilim-kurgudan da pek hoşlanmam ancak Deadpool için Iron Man’dan (Demir Adam) sonra benim en beğendiğim fantastik iş diyebilirim.
Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, Wade Wilson diye bir adam var, bu adam bir paralı asker. Vanessa adında bir kadınla tanışıp ilişki yaşamaya başlıyor. İlişkilerinin birinci yılının ardından Wade, hasta ve ölmek üzere olduğunu öğreniyor. Bu sırada da hastalığı nedeniyle yüzü tanınmaz hale geliyor. İşler böyle giderken, gizli bir grup Wide ile iletişime geçip onlarla çalışması halinde onu kurtarabileceklerini söylüyor. Wade de sevdiği kadına yüzünün değişimini göstermek istemedği için bu teklifi kabul edip Vanessa’yı terk ediyor, ortalıktan kayboluyor. Bunun üzerine bu gizli ekip Wade’i bir laboratuvarda işkenceye ve testlere tabii tutuyorlar. Wade’in üzerinde yaptıkları deneyler Wade’in ölümsüz olmasına neden oluyor ancak yüzünü eski haline getirmiyor. Yüzünü eski haline getirme vaatlerinin yalan olduğunu öğrenen Wade de laboratuvarı yok edip ellerinden kaçıyor. Sonrasını anlatmayayım da izleyecek şeyler de kalsın…
Filmin en beğendiğim yanı, senaryosunun başarılı uyarlanmış olmasının yanında karakterin seyirciyle konuşması, seyirciye laf atması oldu. Bu tekniğin bu kadar iyi uygulandığı nadir filmlerden biri diyebilirim.
Ayrıca, filmi hem orijinal dilinde hem de Türkçe dublajlı olarak izledim. İkisi de gerçekten komikti. Bu konuda hangisini tercih edersiniz bilemem ama her haliyle keyifli bir filmdi Deadpool. Türkçe dublajına da Harun Can yakışırdı zaten bir tek, öyle de olmuş.
Filmin olumsuz sayılır mı bilemem ama eleştirilen yönlerinden birisi de çok fazla küfür kullanılmasıymış. Bu eleştirileri anlayabilirdim, eğer Deadpool’un sloganı “Zeki, Çevik ve Küfürbaz!” olmasaydı.
Filmde anlamsız bir sürü şey vardı ve bunlar kesinlikle eleştirilecek şeylerdi ancak bunların tamamının bilerek yapıldığını fark ettiğiniz anda her şey değişiyor.
Filmin içindeki, Marvel karakterlerine yapılan göndermelere gelince… Hepsi gerçekten inanılmazdı: ince, kurnaz ve komikti.
Keyifli vakit geçirmek için kesinlikle izlenebilir bir film. Tabii yaş sınırına da dikkat etmek kaydıyla.
Film dolu günler!




19 Mayıs 2018 Cumartesi

The Truman Show (1998)

The Truman Show

     The Truman Show, Andrew Niccol tarafından yazılan ve Peter Weir'ın yönettiği 1998 tarihli ABD yapımı bir film. Filmde, Jim Carrey, Laura Linney, Ed Harris ve Natascha McElhone gibi zannımca kaliteli isimler yer alıyor. Üstelik bu film, dram ve komediyi bir araya getiren nadir filmlerden biri.
     The Truman Show için deneysel bir dram/komedi desek abes kaçmayacaktır diye düşünüyorum.Çünkü yayımlandığı 1998 tarihi itibariyle eşi benzeri görülmemiş bir hikayeye, kurguya, tekniğe ve senaryoya sahipti. Farklıydı, güzeldi, Bunun üstüne Jim Carrey, Laura Linney gibi oyuncular da olunca filmin şekli şemali -ki şekli şemalinden kastım kalitedir- iyice belli olmuş tabii.


     Konusuna gelince… Truman Burbank(Jim Carry) diye bir adam var. Çok güzel bir adada yaşıyor.  Eşi, evi, arabası, çocuğu olan bildiğimiz bir standart aile yapısı var. Rahat, güzel bir hayat sürüyor. Lakin bir kadına aşık oluyor.Bu kadın, olayları bir bir anlatıyor Burbank’e. Bir de Truman Burbank, yıllar önce vefat eden babasını yolda gördüğüne emin olunca araştırmaya, kurtulmaya çalışıyor durumdan.  E tabii işler burada değişiyor. Meğerse bu Burbank Bey’in yaşadığı ada aslında tamamen bir prodüksüyonun eseriymiş. Truman’ın tüm hayatı aslında yapımcılar için bir canlı yayın, bir “Show”malzemesiymiş: Kişiler sahte… Olaylar kurgu… Yerler kurmaca derken her şey ortaya çıkıyor…
     İzlenilme düşüncesi pek hoş gelmese de film gayet izlenilesi, sizi meraklandıracak, düşündürecek, etkileyecek ve hakikaten iz bırakacak cinsten bir film. Hatta bu filme ”kült” desek yeridir.
     Bu filmin ardından “Truman psikolojisi” diye de bir şey çıktı hakikaten Dünya'da. O kadar farklı gelmiş, o kadar etkilemişti insanları. Truman psikolojisini de şöyle açıklayayım: İzlenildiğiniz hissine kapılma ya da etraftaki her şeyin kendisi için var edildiğini düşünme durumuna Truman psikolojisi deniyor. Bu durumu Descartes’in varlık felsefesine benzeten bile var.
     Filmin farklı bir yönü de sizi bir o duyguya bir bu duyguya savuruyor olması. Gerçi Jim Carrey’in kendine has bir özelliğidir bu ancak bu filmde oldukça belirgin. Güldürürken düşündürüyor, güldürürken ağlatıyor, ağlatırken güldürüyor falan derken ne yaptığınızı şaşırıyorsunuz.
Ayrıca, 98 teknikleriyle de oldukça düzgün bir teknikle, amatörlüğe kaçmaksızın çekilmiş bir film bence Truman Show.
Oldukça sağlam ve size bir şey katacağını düşündüğüm bu filmi izlemediyseniz çok şey kaçırırsınız. “Mutlaka izlenmeli” diye düşündüğüm nadir filmlerdendir, pişman olmazsınız.
Film dolu günler!

60 Saniye (2000)


60 Saniye



     Scott Rosenberg'in yazdığı, Dominic Sena'nın yönettiği, başrollerini Nicolas Cage ve Angelina Jolie'nin üstlendiği, 2000 yapımı olan bir aksiyon filmidir.

     Nicolas Cage ve Angelina Jolie’yi ilk kez bir araya getirme özelliğine sahip bu filmin konusu ise şöyle: Randall "Memphis" Raines yani Nicolas Cage, suç işlemeyi uzun zaman önce bırakmış bir adamdır. Ancak Raines’in kardeşi Kip Raines, birlikte iş yaptığı bir adamın işlerini bozunca onların elinde tutsak kalır. Bu durum üzerine Randall Raines de kardeşini kurtarmak üzere adamlarla anlaşma yapmak ve suç dünyasına dönmek zorunda kalır. Anlaşma şudur: Kim’in elinde olduğu adamların istedikleri arabaları, verilen sürede çalmak ve onlara teslim etmek.
     Randall, bir arabanın en küçük parçasının dahi her ayrıntısını bilmektedir ve bu özelliği onu çevresi tarafından efsanevi bir araba hırsızı olarak tanınmasını sağlamıştır. Bu adam, bir arabaya gözünü diktiğinde onu en fazla 60 saniye içerisinde çalabilmektedir. Yıllar boyunca akla gelebilecek her modelden yüzlerce arabayı çalıp kaçmayı başarmıştır; biri hariç: 67 model Shelby Mustang GT 500 ki Randall ve ekibi her arabaya isim takarlar ve bu arabanın ismi de Eleanor'dur. Bu araba da listede olduğu için onu en sona bırakırlar. 
     Bu işi başarıp başaramayacaklarına ilişkin bir kurguda devam eden film, kanımca klasik Amerikan kovalamacasını vermekten başka bir iş vermiyor bize ancak nedendir bilinmez ama keyifli bir filmdi. Belki de Nicolas Cage nedeniyle, belki de Angeline Jolie nedeniyle…
    Daha iyileri geldi mi geldi ama 2000 yılında çekilmiş ve o zamana kadar böyle aksiyonların sinemada yaygınlaşmamış olması sebebiyle güzel bir filmdi. 
     Sırf Cage ve Jolie ikilisinin hatırına bile izlenir aslında. En büyük izlenme nedeni de zaten bu galiba. Çok da bir sürpriz beklemeden izlenilesi, sıkıntıya birebir diyebileceğim bir filmdir 60 saniye… 
     Film dolu günler…  


127 Saat (2010)


127 Saat

     Danny Boyle’nin 2010’da çektiği ve gerçek bir hikayeden esinlenilmiş sağlam bir biyografik filmdir 127 saat.
Öncelikle Aron Ralston’u tanıtayım sizlere: Aron Ralston, dağcılık sporuyla uğraşan ve bu filme konu olan olayı yaşayan kişi. Aynı zamanda da mühendis bir adam. Ralston, 2003 yılında Utah’da yaptığı bir kanyon gezisinde sağ kolunun bir kayaya sıkışmasıyla 5 gün 7 saat yani 127 saat boyunca orada kalıyor. Filmin adı da buradan geliyor.
     Ralston’un o kayalıktan kurtuluşu gerçekten efsane… O, “kurtuluşu yine kendisinde buluyor” diyebilirim. Aklınıza, hayalinize gelmeyecek bir şey yapıyor. Hatta şöyle söyleyeyim; aklına gelse de binlerce insandan belki de bir kaçı ancak böyle bir şey yapar. Gerçekten yürek isteyen bir şey yapıyor. Ne yaptığını söylesem “spoiler” vermiş olurum o nedenle söylemeyeceğim.
İşte 127 saat bu kurtuluş hikayesinin anlatıldığı biyografik bir film. Filmin başrolündeyse James Franco var. Gerçekten inanılmaz bir yapım olduğunu söylemem mümkün olur çünkü bu biyografik filmin 29 dalda adaylığı var. Bu adaylıkların başında da ”En İyi Film Oscar’ı”, “En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı”, “En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ı”, “En İyi Film Müziği Oscar’ı” yer alıyor… Ve 25 adaylık daha… Kaç tanesini aldı tam olarak sayamadım ancak başarılı olduğu yadsınamaz bir iş.
Hayat mücadelesini, yaşam savaşını, insan olmanın tüm özellikleriyle veren, doğayla iç içe bir hikaye. Doğayla iç içe ama iç burkan da bir hikaye.
Ders çıkarabileceğiniz bir mücadelenin anlatıldığı kaliteli örneklerden birisi bu film. İzleyiniz!
Film dolu günler!

18 Mayıs 2018 Cuma

Salt (2010)

SALT


   Salt ya da Türkçe’ye çevrildiği adıyla Ajan Salt, başrollerini Oscar ödüllü Angelina Jolie ve Liev Schreiber'in oynadığı ve Philip Noyce'un yönetmenliğini üstlendiği Amerikalı aksiyon filmidir ki bence Angelina Jolie’nin ne kadar iyi ve başarılı bir oyuncu olduğunun da kanıtları arasındaki filmdir.
Angelina Jolie, bu filmde bir CIA ajanını canlandırıyor. Jolie’nin canlandırdığı Evelyn Salt yani Ajan Salt, Amerika Başkanına suikast yapan bir Rus casusu olmakla suçlanıyor. Salt ise başka birinin Başkan’a suikast düzenlediğini anlatmaya, kanıtlamaya çalışan ve kendi suçsuzluğunu ispatlaması gereken kaçak bir casus durumuna düşüyor.
Film bazı yönleriyle Bay ve Bayan Smith (2005)’i anımsatsa da senaryosu gerçekten bir efsaneydi diyebilirim. Hatta o kadar ki Angelina Jolie’nin 2010’a kadar oynadığı sağlam filmler sıralamasında senaryo açısından ilk beş film arasına çok rahat girebilir. Tabii bu filmin akıcı olmasında Liev Schreiber’in oyunculuğu da tartışılmaz derecede önemliydi. Liev Schreiber’i izlerken her ne kadar aklıma Bay J gelmiş ve beni güldürmüş olsa da o anımsamaların dışında sizi merak ettiren bir oyunculuğu var. Schreiber’in Yüz ifadesinin donuk olmasından mı yoksa bana öyle gelmesinden midir bilinmez, iyi adam mı kötü adam mı olduğunu ancak film bittiğinde anladığım biridir kendileri, her filminde.
299 milyon dolar hasılat yapmış ve Angelina Jolie ile Liev Schreiber’i bir araya getirmiş filmin kötü olmasını zaten beklemiyordum ama beklentilerimin üstünde bir film oldu. O müthiş kaçış sahneleri bundan sonra benim için birçok filmin düşük not almasına neden olacak.
Filmin tek kötü yönü, yer yer “Arkınvari” dövüş sahneleriydi… Filmin inandırıcılığını düşüren bu sahneler de olmasa hakikaten on numara bir filmdi diyebilirim.
Benim en beğendiğim yönü ise finalde beni şoke etmesiydi, tabii size “spoiler”  vermeyeceğim. İzlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız diye düşünüyorum.
Konusuna, karakterlerine, çekim açılarına, hayran kaldığım bu filmi izlerseniz pişman olmazsınız diye düşünüyorum…
Film dolu günler!